Her sabaha uyanış aynıydı. Sıcak bir temmuz sabahı karnı burnunda önce odunluktaki en ince kuruları, eğilebildiği kadarı ile aldı kucağına, ahşap bahçe evinin avlusunda ocak başında günlük işlerini yapmak için yaktı ateşini. Ramazan ayıydı, kendisi de hamileliğinin son günlerinde olmasına rağmen oruçluydu ve akşama yemekleri, ekmekleri yetiştirmek onun işiydi. Diğer ev sakinleri tarla işlerini yapak zorundaydı. Bir an önce işlerini bitirip dinlenmek istiyordu. Fazlaca yorgunluk hissettiği döneminde ufaktan sancıları da vardı.
Portakal ağaçlarıyla kaplı evin bahçesinde huzurla akan kanaldan gelen su sesi, portakal çiçeği kokusu ile koşuşturmak yorgunluğunu hafifletiyordu. Hayalleri ve beklentileri vardı elbet; acaba doğacak kızı portakal çiçeği gibi tutkulu, nefes açıcı kokacak mıydı?
Tüm işlerini bitirip iftar sofrasını da hazırlaşmıştı ki, ufak sancıları artmıştı. Orman işlerinde çalışan kocası eve döndüğünde hiç ağrısı yokmuş gibi onu karşıladı. Anladı tabii ki kocası, solgun teninden bir haller olduğunu ve köyün ebesini çağırmayı teklif etti, beklenen an gelmişti sanki. İyice artan sancılarını orucunu dahi açamadan gecenin ilerleyen saatlerine kadar çekti. Tüm gücüyle direndi huzurlu sona ve tam da beklediği gibi nur topu gibi bir kız çocuğu… Öyle lafın gelişi değil, gerçekten pamuk tarlalarından bir top kucağına verildi. Sardı, sarmaladı; çok sevdi, sevgiyle kucakladı, her anında pamuğunu…
Portakal ağaçlarını ve su kanallarını hiç unutmadan büyüdü, Küçük kız. Portakal çiçeklerinin baş döndürücü kokusu arasında geçti çocukluğu ve su kanalları yazın kavuran sıcaklarında kuzenleri ile serinlemek için girdikleri, yavru kurbağaları yakalayıp kendi yaptıkları küçük havuzlarda yüzdürdükleri ve henüz ilk adımlarını atmaya başladığı yaşlarda içine düşüp uzunca süre bulunamadığı, bulunduğunda da morarmış, nefes almadığı hali ve hayata mucizevi dönüşü anlatıldı hep. Her detay ayrı bağlamıştı o topraklara küçük kızı.
Büyüdü…
Büyük acılarında da üzüntüsünde de hep o topraklara koştu. Umudunu yeşerttiği, renklerin de kokuların da anlam, huzur bulduğu, her mevsim çiçek açan o topraklara…
Bilmiyordu yokluğunun nelere sebebiyet verdiğini. Varlığının nelere kadir olduğunu, bilmediği gibi. Ruhuna açılan tüm kapıları kilitleyip, üzerine ne bulduysa yığmıştı. İstemiyordu acısının tadılmasını, halinin bilinmesini, değerinin görülmesini… Taa ki denk düşüne dek! Ondaki portakal çiçeği kokusunu da alıncaya dek. Umudun simgesi, kendini aşka adayanların bekareti, portakal çiçeği kokusu işlemişti tüm benliğine. Filmin sonunda nerede olacaklarını bilemezdi. Ama seçme şansı kaldıysa, tüm mevsimlerde onunla olsun istiyordu.
Hz. Mevlana’nın dediği gibi: “Sarılmayı bilir misin?” Sahiplenmeyi, sahiplendiğinde sadık kalmayı?
Sen bilir misin aşık olmayı? Bölünebilir misin ikilere, üçlere, gerekirse binlere?
Yapabilir misin?
Gerçekten sevebilir misin? “Sevmenin demesi” olmaz…
Unutma! Ya çok seversin bir kere; ya da hiç sevmezsin… En tutkulu sevmelere…
Foto Spot: https://egeyedonus.blogspot.com/2018/04/portakal-cicegi-zamani.html
Bu yazı hakkında düşünceler